by

-7 Derecede Budapeşte – Macaristan / Birinci Bölüm

2018 yılının son gezisini Budapeşte’ye yaptık. Hüsam buraya gitmeyi uzun zamandır istiyordu ama ben hep diretiyordum. O yüzden yeniyıl öncesi hadi Budapeşte’ye gidelim diye teklif edince, hemen üzerine atladı. Vazgeçerim korkusuyla da hemen uçak biletlerini alıp yer ayırttı, sonra da vizeye başvurduk.

Hüsam Booking com’dan merkeze yakın bir yerde bir daireye rezervasyon yapmıştı. Ben de biraz daha uzak olmakla birlikte daha modern bir otelden yer ayırtmasını istedim. İki yere de yer ayırtmamıza rağmen, Hüsam ilk dairenin rezervasyon iptalini unutunca ilk yerde kalmak zorunda kaldık, ama iyi ki de orada kalmışız. Öyle bir ev sahibi vardı ki onun gibisini bulmak sanırım çok zordur. Uzun uzun anlatacağım Gabor’u.

Schengen için fotoğraf çektirdik. Küpe yok, surat tas gibi, abuk subuk işler. Kulaklar görünmek zorundaymış.  Daha önce de çektirmiştik, ama unutmuşum. Ne zamandır Avrupa’ya gitmiyoruz, varsa yoksa Kore, Japonya. Neyse adamlar tatilinizin bir hafta öncesinden ve bir hafta sonrasından 2 yedek hafta verip bitiriyorlar işi. Hem 1000 lira para aldılar, hem de tek giriş hakkı verdiler. Aslında başta Prag’a da mı gitsek ne yapsak diye düşünmüştük, fakat Kore Japonya maceramız aklımıza gelince, adam akıllı tek bir ülkeye gidelim dedik. Tek hesaplamadığımız hava durumuydu. Her konuda araştırıp ederim,  açıp da hava durumuna bakmak biletleri aldıktan sonra geldi aklıma. Gündüz – 7’leri filan görünce de “Aman Allah !” dedim, Hüsam’a da biletleri hemen aldığı için kızdım biraz. Şimdi efendim Burak’ın Bilgi Üniversitesi’ne başladığı yıl, hep birlikte kalkıp törene gitmiştik. Hava da üzerinize afiyet biraz ayazdı o yıl. Ben soğukta durduktan sonraki gün bir tutuldum, açılmam mümkün değil. O sıralar öğretmenim de okul açılacak, mümkünü yok kıpırdayamıyorum. Doktor yumuşak doku tutulması dedi, bir hafta rapor verdiydi. Sonra bir başka gün de Vefa’da karlı bir gün arabadan indim, boza içtik, geri döndüm, yine tutulup kaldım. Zaten bel fıtığı geçmişim de var, soğuğa bayılıyorum, ama karda filan kayarım diye kasılmaktan işin zevkini çıkaramıyorum. Tabii kayıp düşüp ayağımı burktuğum 3 gün de onun için rapor aldığım da olmuştur. Sarsak bir insan olduğumdan eşyalarla kavgalıyımdır, her yere çarpa çarpa giderim. Düşüp oramı buramı vurmam çok sık olur. Gideceğiz, Allah’a emanet, ama Parafon stoğumu hazır edeyim, yanıma da kalın şeyler alayım dedim. Hatta her ihtimale karşı bel korsesi bile aldım yanıma.

Biz Pegasus ile gittik Sabiha Gökçen’den. Nasıl olmuşsa Hüsam makul bir saate bilet almış. Hep sabahın köründe çıkarız yola. Erken kalkmadığımdan değil, ama sabahın köründe bir yere yetişme düşüncesi canımı sıkıyor. İstanbul Budapeşte arası bir buçuk saat kadar, binmemizle inmemiz bir oldu. Hemen Midibus için bilet aldık. Kısa süre sonra da araba bizi ve başka birilerini daha alıp yola koyuldu.

Bizi verdiğimiz adrese bıraktığında apartman girişinde bekleyen yedi sekiz kişi daha olduğunu farkettik. beş dakika sonra Gabor geldi ve hep beraber merdivenlerden üçüncü kata çıktık. Bavullarla tabii. Ben “Yandık!” dedim. Yukarda Gabor farketti ki biz daireyi kiralayan 8 kişilik Yeni Zelandalı aileden değiliz. Bize gönderdiği ayrıntılı mail de elimize geçmemişti. Buna da çok üzüldü. Sonra bizim dairemizin,  yakında başka bir apartmanda olduğunu söyleyerek bizi oraya götürdü. Daha sonraki uzun sohbetlerimizden öğrendiğimize göre kendisinin 12 dairesi varmış ve 8’ini bu şekilde  kiralıyormuş. 43 yaşında ve ekonomi mezunuymuş. Eski bir otel yöneticisi imiş. Zamanlamayı iyi yapıp, daire fiyatları artmadan onları satın almış. Bizim dairemiz 2. kattaydı (Allahtan) ve 100 yıllık bir apartmandı. Gabor şampuanından bulaşık deterjanına, terliğinden, çayına kahvesine ve zeytin yağına kadar hiç bir şeyi eksik etmemiş. Başak burcu olmasından şüphelendim. Diyelim portakallı bir bitki çayı içiyoruz, ertesi gün temizliğe geldiğinde hemen tamamlıyor.  Şemsiyeden kurulama bezine her şey vardı. Çok da titiz. Her gün gelip temizlik yaptılar, temiz havlu getirdiler.İçerde ısıtıcı harıl harıl yanıyordu. Her konuda broşürler vardı, ama Gabor bize zaten her yeri 2 saat anlattı. Biz de soru sorunca Gabor resmen dört saat kaldı ve Macaristan tarihinden siyasal durumuna, yönetimden gençlerin ve emeklilerin sorunlarına, emlak fiyatlarına, Avrupa Birliği uyum sürecinden, SSCB dönemine  yenilecek içileceklere, akla gelen hemen hemen her şeye dair açıklama yaptı. İlk günden dünya kadar bilgi almış olduk. Yandaş gazeteciler, basında sansür, işçi hakları ihlali, gösteriler gibi bize çok da uzak olmayan pek çok konudan söz ettik. Gabor her geldiğinde bize çikolata gibi hediyeler getirdi, bir ara ısıtıcıda sorun oldu, o konuyla ilgili yazıştık. Bize bir de lokal hatlı eski model bir cep telefonu verdi, ne zaman ihtiyacımız olursa aramamızı istedi. Tabii Whatsapp hesabını da verdi, ama kendisi bu eski telefonları kullanmaktan hoşlanıyormuş.

 

Gabor’un notları

Gabor sonunda gittiğinde üzerimizi değiştirip yakındaki Spar markete yürüdük ve kahvaltılık ile gece yiyebileceğimiz yiyecekler satın aldık. Markette bir dolu Koreli gördüm, bizimkiler diye kulak kabarttım. Budapeşte’de kaldığımız sürede en çok rastladığımız market Spar’dı, Tesco’ya da rastladık ama hep Spar’dan alışveriş ettik. Dönerken hava daha da soğumuştu.  Herhalde -10 filan vardı, ama yollarda çok kar yoktu, sabah da  her yere tuz dökmüşlerdi, kolaylıkla dolaştık. Daha sonraki günlerde de ki Pazartesi gidip Pazar döndük- kardan dolayı hiç zorluk çekmedik. Ama eve dönerken  artık hava iyice soğumuş oluyordu, epeydir bu kadar çok üşüdüğümü anımsamıyorum.

Yürümeyi sevdiğimiz için yürüyebildiğimiz yerlere yürüdük. Ayrıca Budapest Card aldık. Bu kartı toplu taşıma da ve müzeleri gezmede kullandık. Bazı müzeler bu kartla bedavaydı, bazılarına da indirimli girilebiliyordu. Tuna nehri turlarında indirim, bazı lokantalarda da indirim sağlıyor. Termal havuzlara da bedava girilebiliyor. Ama benim termal havuzlarla ve sıcakla pek aram olmadığından denemedik. Zaten hava o kadar soğuk olunca soyunup giyinme düşüncesi bile insanı ürpertiyor. Otobüse ilk bindiğimizde herkesin her kapıdan girebildiğini ve kimsenin de bilet ve kart sormadığını gördük, şaştık kaldık. Gabor bize SSCB dönemindeki kontrolu anımsattığı için kimseye bilet, kart sorulmadığını, ama arada kontrol olduğunu eğer biletiniz ya da kartınız yoksa ciddi bir ceza parası ödediğinizi söyledi. Dönene kadar da ne tramvayda, ne metroda ne de otobüslerde kartı göstermedik. O soğukta kart çıkar, geri  koy olmadığı için de şanslı  sayılırız.  Budapeşte’de hemen hemen her caddede kebapçı, dönerci vardı. İsimleri de Alanya Kebap, İstanbul Kebap, Urfa Kebap şu kebap bu kebap. Biz herhangi birine girmedik ama dakka başı bir kebapçıya rastladık. İçerden Türkçe konuşan Türklerin sesi geliyordu tabii ki. Çok fazla Türk turist de vardı. Macarca’nın arasında tanıdık bir ses duymak güzel oluyor. Macarlar bol sessiz harfli sondan eklemeli bir dil konuşuyorlar. Öğrenmesi de zormuş. Fince ve Estoncayla akraba olan Macarca Fin Uygur kökeni ile de Türkçe ile uzaktan akraba oluyormuş. Tınısı kulağıma hoş gelmedi gerçi. İlk gün Gabor ile kebaptan söz ederken Patlıcanlı kebap anlatmak için  eggplant, aubergine dedim anlamadı, Hüsam’a  patlıcanı nasıl anlatayım derken sözü duyunca   “Haaa Patlıcan” dedi, meğer aynıymış.

Nasıl Boğaz İstanbul’u güzelleştiriyorsa, Tuna Nehri’de Budapeşte’yi güzelleştiriyor. 10 ülke ve 16 şehirden geçen Tuna Avrupa’nın ikinci uzun nehri. Buda ve Peşte arasında sekiz tane köprü var. Şehrin tarihi kısmı Buda tarafı modern kısmı Peşte tarafı deniliyorsa da her yer tarih. 1873’te şehir; Buda, Peşte ve Obuda bölgelerinin birleşmesinden oluşuyormuş. Gezmeye başladığımda eski binaları, üzerlerindeki heykelleri filan görüp “Aaa Şuna bak, aa buna bak deyip fotoğraflamaya başladıysam da, her bina güzel, her bina heykellerle dolu kafanızı nereye çevirirseniz başka bir güzellik görüyorsunuz. Ben de mecburen daha az fotoğraf çekmeye başladım. Bir de hava soğuk ya,  eldivenler çıkıyor, fotoğraf çekiliyor, eldivenler tekrar giyiliyor. Zaten telefon soğuktan habire kapanıyor, şarjı bitiyor filan. Demem o ki çirkin beton binalar yapmamışlar, estetik, güzel, tarihi binaları var. Bizim daire Budapeşte’nin  Büyük Sinagog’unun yakınındaydı. Yürüme mesafesi yani. Her daim kapısının önünde kuyruk oluyordu. Budapeşte, Yahudi Mekkesi diye anılırmış zaten, ya da Yudapeşte.

Dohany Caddesinin Büyük Sinagogu Avrupa’nın en büyük, dünyanın ise  ikinci büyük sinagogu. En büyüğü nerede derseniz New York’ta Temple Emanu-El. Macaristan Musevi Müzesi de aynı binada. Bahçesinde ise Holocaust Memorial var. İçini gezmek isterseniz biletler  16 Euro, biraz da çoluk çocuk kalabalıksanız yandınız yani. Rehberli tur ile gezdirilen parlamento binası da 150 lira civarında, daha pahalı versiyonları da var.Bu Büyük Sinagog’un içini de görmek istiyorduk ama önünde hep acayip kuyruk gördüğümüz için beklemek istemedik. Aynı şekilde New York Cafe’de bir kahve içelim mutlaka dedik, kahvaltı filan hem çok pahalıymış hem de değmez dedi, Gabor, fakat – 7 derecede milletin kuyrukta beklediğini görünce, Hüsam’a “Ne kadar güzel olursa olsun, içerde kahve içeceğim diye kuyrukta bekleyemem, kusura bakma” dedim, girdiğimiz kuyruktan çıktık.

Her yerde Christmas marketleri var. Benim bu konuda hiç bir önyargım, çekincem yok, kırmızıları, yeşilleri, Noel havasını, müziklerini  hep sevmişimdir. İnsanlar buralarda alışveriş edip, sıcak şarap içiyorlar, yemek yiyorlar. St Stephen Basilica’sının önünde de bunlardan biri vardı. Basilica’dan da söz edelim. Peşte’nin en büyük, Macaristan’ın da üçüncü büyük kilisesi.  İnşası 1800’lerde tamamlanmış. Macaristan’ın ilk kralının ismini taşıyor. Peşte’nin en uzun iki binasından biri, 96 metre. İkincisi de Parlamento Binası. İki kulede altı tane çan varmış. Kilisede ayrıca konserler de veriliyor.

Hüsam pazarda paletten yapılmış ürünlere rastladı, benim kabak bulmamda olduğu gibi resmen gözleri parladı.

Budapeşte’ye gitmişken gulaş  da yedik tabii. Devasa ekmekleri var, kesip kesip getiriyorlar.

Şimdi efendim bu pazarlardan birinde ülkenin geleneksel tatlılarından biri olan Chimney Cake/ Baca kekini de denedik. Biz içi boş olanlarından değil de kremalı olanlarından alıp bölüştük, çünkü koskocaman  bir şey. Dışı çıtır içi yumuşak, mis gibi de tarçın kokuyor, ama bizim ağız tadımıza çok hitap etmedi doğrusunu isterseniz.

İkinci gün yürüye yürüye Elizabeth köprüsünden de geçtik.Dönmeden bir gün önce yaptığımız Tuna tekne gezisinde de bu köprüler hakkında epeyce bilgi edindik. Orijinali 1897- 1903 arasında inşa edilen Elizabeth Köprüsü  İkinci Dünya savaşında tüm köprüler gibi bu da yıkılmış.  ancak bu köprü, orjinal formu korunarak yeniden inşa edilmeyen tek köprüymüş. Dibinde de Elizabeth Kilisesi var. Dönüşü ise Szechenyi Chain Bridge’den  / S. Zincirli Köprü yaptık. İngiliz mühendis William Tierney Clark tarafından tasarlanmış, İskoç mühendis Adam Clark tarafında da inşa edilmiş. 1849 yılında açılmış, Tuna üzerine Macaristan’da yapılan ilk köprü olma niteliğini taşıyor. Köprüyü koruyan aslanlar çok şeker. Köprünün üzerinde aşk kilitleri de var. Bunlardan Kore’de de görmüştük. Dönmeden bir gün önce yaptığımız Tuna tekne gezisinde de bu köprüler hakkında epeyce bilgi edindik.

Chain Bridge

Love lock

Buda tarafına geçtikten sonra Gellert Tepesi var. 235 metre yüksekliğindeki bu tepenin merdivenlerinin yarısına kadar çıktık, aşağıyı fotoğrafladık, niye tepeye kadar çıkmadınız derseniz, karlıydı ben daha ilk günden düşüp kendimi sakatlarım diye korktum. Gellerd Sagredo Macaristan’da hristiyanlığı yayan piskoposmuş. Tepede kale ve Özgürlük Anıtı bulunmakta. Eliyle zafer işareti yapan kadının önünde bir de Sovyet Askeri varmış, onu Memento Parka taşımışlar. Anıt aslında Sovyetlerin kenti Nazi işgalinden kurtarmasını simgeliyormuş. Terör Müzesini ve başka müzeleri anlatırken de söyleyeceğim ama bu Macarlara Osmanlılar dahil, Naziler, Sovyetler, gelen geçen vurmuş.

 

Elizabeth Köprüsünün dibinde Budapest kartımızı İran’lı Yahya’dan aldık. Konuşkan, sevimli bir gençti, bize mutlaka görmemiz gereken yerler hakkında da bilgi verdi. Kendisiyle aynı işi yapan bir de Türk arkadaşı varmış.

Akşam yürüyerek eve dönerken Budapest Eye’ı gördük. Yine marketten alışveriş edip eve döndük. Donmuşken sıcacık eve girmek çok güzel oluyor.

 

2 Comments


  1. // Reply

    Yine ne güzel yazmışsın,!
    Çok gez ve güzel anlat hep….

Leave a Reply to Tülay Karayazgan Cancel reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *