by

Dakiklik Hastalığı

Bugünlerde hastayım. Fena soğuk almışım, bir türlü de geçmiyor. Herhalde bağışıklı sistemimin yine yerlerde süründüğü bir zaman. Beni şifalandıracak Miço da olmadığına göre ( Evet, yapardı ) kendi kendime ayağa kalkmaya çalışmalıyım. Evde etrafımda üç beş kitap, örgüm, bilgisayarım, bitki çaylarım, pastiller, düğmeler yünler, kağıt, kalem oturduğum yerde tam teçhizatlı cevat kelle hesabı debeleniyorum.

Aslında bugün Astroloji kursum var, Kova gibi sabit bir burçta  gezegen yerleşimlerine sahip, yükseleni Başak  bir kişi olarak kalkıp gitmek isteğiyle doluyum. Ama geçen hafta olduğu gibi yine Cumartesiye kaydırmaya karar verdim dersi. Park et, yürü, balkonda sigara içenlerin dumanını kokla, duman çıksın diye açılan pencereden üşümemeye çalış, iyice kötü olacağım. Öner Bey de açı kalıplarını anlatıyor, zaten benim gibi sosyal bilimciyi pek açmayacak bir yapısı var dersin. Öyle bakıp bu açı, şu eşkenar üçgen , karşısındaki apex gezegen, peki şu da mı açı, bu da mı üçgen diye hayıflana hayıflana dinliyorum. Neden ? Çünkü bizim zamanımızda matematik dersi matematik ve geometri olarak iki ayrı kısımda işlenirdi. Her yıl konu tam geometriye geldiğinde ders yılı biterdi, matematik üzerinde çok durduğumuzdan. Sıradan devlet okullarında okumanın dezavantajı da budur. Hep geometriyi yeterince bilmemenin üzüntüsünü çekmişimdir. Dersteki halimi bir görseniz gülersiniz. Zaten her zaman yaptığım gibi en öne oturuyorum. Öğretmenin kuzusu durumları vardır bende. İnek öğrenci özellikleri. Aslında uzaktan gözüm de görmüyor, hadi itiraf edeyim. Harita incelerken çok keyif alıyorum. Biyografiden hoşlanmanın yararını görüyorum tabii. Nasıl mı ? Marlon Brando’nun haritasını inceliyoruz diyelim, ben 11 çocuğu olduğunu kızının sevgilisini oğlunun öldürdüğünü filan biliyorum, Derya Baykal’ın haritasında diyabetinin ipuçlarını arıyorum, ya da Clinton’un haritasında oval ofisin yeri nerededir diye merak ediyorum. Ama bugün anlatacağım bu değildi. Yapmam gerektiğini düşündüğüm ama bir biçimde yapamadığım şeylerin beni nasıl rahatsız ettiğini anlatacaktım. Bugün o derse gidememek gibi. Ve ayrıca yapılacak her şeyin nasıl da zamanında olmasını delice arzuladığımı da anlatacağım.

Zaten saplantılı bir insan olduğumu OCD ile ilgili şu yazımda anlatmıştım. Ama dakiklik saplantısı da var bende. Bunun iyi mi kötü mü olduğu tartışılır tabii. Ama saplantımı azaltmam için gayet rahat iki erkek var yanıbaşımda. Eşim ve oğlum. Biz ailecek ( Evlenmeden önceki çekirdek ailemden söz ediyorum tabii ) saat 8’de kalkacak otobüs için beşte uyanıp , saat 6.30’da  terminalde hazır ve nazır olan tiplerdendik. Üstelik gitmeden önce ev derlenip toparlanmış, biz hepimiz kahvaltılarımızı etmiş, bir gün önceden her bir ayrıntı hazırlanmış olurdu. O yüzden evliliğimin ilk yıllarında her yere geç kaldığımız için çileden çıktığımı anımsıyorum. Eşimi acele ettirecek olursam da evde bir şey unuturdu, yoldan geri döner yine geç kalırdık. Şimdi oğlum da öyle. Son dakikada ya tuvalete girer, ya eşyalarını toparlar, bizi kapıda bekletir mutlaka. Yıllardır bu minvalde yaşadığımdan artık canımı sıkmamaya çalışıyorum. Ama bazen mümkün olamayabiliyor. Şimdiye kadar pek çok uçak , otobüs vs kaçırdık. Kanada uçağına son dakikada bindiğimiz için farklı farklı yerlerde oturduğumuzu anımsıyorum. Ayrıntıları merak edenler yazıyı şurada bulabilir. Bir önceki yıl da Brüksel’deki aktarmalı uçağımızı kaçırmıştık. Bu olaylara artık nasıl alışmışsam İzmir dönüşünde otobüsü kaçırdığımızda gayet sakin bilet ararken görümcem, “Biz olsak birbirimize girmiştik, ne kadar rahatsınız.” demişti, hiç unutmuyorum.

Okuldayken ödev deadline’larına, yani son teslim tarihlerine çok dikkat ederdim. Öğretmenken de son dakikada ödev veren, gelip uzatma isteyen, o ödevi verene kadar burnumdan getiren öğrencilere hep sinir oldum. İnsana fazladan iş çıkarıyorlar diye. Bir de genellikle getirdikleri ödev o kadar zaman almalarına rağmen bir şeye benzemez, yine çalakalem oradan buradan apartma bir şeyler yapılmış olur. Benim oğlum da değil ödevi zamanında yetiştirmek, ödevi yapmamaya çalışan bir öğrenci oldu hep. İlkokulda sürekli kitabını defterini okulda bırakırdı, ne ödevi olduğunu görmeyeyim diye. Yakındaki arkadaşlarına, bazen de okula gidip ödevleri öğrenip yaptırdığımı anımsıyorum. ikinci sınıfta mı neydi, ” Niye defterini bıraktın okulda? “diye çıkışmıştım. ” Anne hayatta ödevden daha önemli şeyler var!” diye cevap vermişti. Bazen çocuklarımıza öğretiriz, bazen de onlar bize öğretirler.

Yüksek lisanstan sonra doktoraya devam etmememin nedenlerinden biri de bu saplantım aslında. Okunacak makaleler varken ve de ödevler kendimi hiç rahat hissedemiyordum. E ben bu işe geç de başladım, hoş genç yaşta ilk Masterım sırasında da böyleydim, o yüzden onu yarıda bırakmıştım- evde ve işte yapılacak çok şeyler oluyordu. Yerleri süpürüyorum diyelim aklımda okunması gereken makaleler, biri misafirliğe gelmek istiyor, ” Kusura bakmayın, ödevim var.” diyorum. E kaç yaşında kadınsın, ne ödevi derler insana! Yüksek lisans sırasında da tez hocamla frekanslarımız uyuşmamıştı. Ben okulda 25 saat derse giriyorum, evle ilgileniyorum, tez yazdığım sıralar oğlum üniversiteye giriş sınavlarına hazırlanıyor, yine de ne yapıp edip okumam gereken kısmı bitirip teslim etmişim, işten okula yetişmek için deli gibi araba kullanıyorum, haftaya gittiğimde bana ” Aaaa ben daha ona bakamadım.” diyor. O aralar delirmemiş olmam inanılır gibi değil, hoş tansiyonum sınıra dayanmıştı tabii.

Babam ve özellikle de annem böyledir. Hele annem benden 4 gömlek ileri. Bir şey yapılması gerekiyorsa söylediği an yapmalısınız. İşiniz var da “Anne en kısa zamanda yaparım.” deyin, o cümle bittiği anda başka bir biçimde yapmaya çalışmış ve yapmıştır  mutlaka. Bir de tabii ” Kurda neden boynun kalın demişler, kendi işimi kendim görürüm de ondan.” cümlesini eklemeyi unutmaz. E sana annenden geçmiş de, oğluna neden geçmemiş diyeceksiniz. Onu da eşimin bir sözüyle yanıtlayayım. Bu çocuk niye notları konusunda titiz değil dediğim bir gün ” Unutuyorsun ama, bu çocuğun bir de babası var, ben de onun gibiydim.” demişti. Bir gün “Niye bu kadar geç çıkıyoruz, hazırız erken çıkalım.” dediğimde de ” Beklemekten hoşlanmıyorum da ondan.” demesi trajikomiktir. Duyarlı adamdır, ama bu konuda sıfır empati.

İstanbul gibi yerde, hadi bırakalım İstanbul’u Türkiye’de bir yerden bir yere gideceğiniz zaman olmadık bir şey çıkmaması imkansız. Ya sokağa kamyon girmiştir manevra yapamıyordur, ya Cumhurbaşkanı geçecektir yolu kapatmışlardır, yağmur yağmış sel olmuştur, kar yağmış trafik tıkanmıştır , Murphy kurallarına istinaden “Bir şey ters gidecekse, mutlaka ters gider.” Normalde dakik olmayan bir insanın bile bunu bilip buna göre davranması mantıklı değil mi ? Ama işte bu da yapı meselesi sanırım. Son dakikacılık da millet olarak içimize işlemiş. Her işimizi yumurta kapıya dayanınca yapıyoruz. Erteleme hastalığı çok yaygın. Ha arada benim gibiler çıkmıyor mu çıkıyor, ama bizler de genelin arasında delirmemek için ne yapacağımızı bilemiyoruz.

Time Management denilen zaman yönetimi konusunda pek çok firma eğitimler düzenliyor artık. Okullarda biz öğretmenler çocuklara örnek çalışma cetvelleri, programları yapıyoruz, ama iş uygulamaya gelince o işi yapmamak için gereksiz ne varsa yapıyoruz. Bin kere buzdolabına gidip, onu bunu atıştırdığınız ,aylardır temizlenmemiş dolaplarınızı yerleştirdiğiniz, tırnaklarınıza manikür yaptığınız, şu diziyi de izleyeyim, sonra başlarım dediğiniz o zamanları anımsıyor musunuz ? İşte o son teslim tarihleri o yüzden uzatılmak zorunda kalıyor. Hoş bizimki de hoş değil, sonuçta son dakikacı da olsa oğlum da okulu bitirdi, doktora yapıyor, ben de okulumu bitirdim, iş hayatımda da hep koşuşturup durdum titizce. Evde de her şey düzgün olsun diye uğraştım. Bir de bizim nesilin bir kısmı normal yaşama ayak uydurabildi, benim gibi antikalar, hala misafir gelecekse evde bir şeyler yapmalıyım,  yemekte mutlaka bir et yemeği, yanına pilav ya da makarna ve bir zeytinyağlı olmalı, çocuk varsa ikindi vakti çay ya da sütle kek yesin, evde bulunsun diye kendi işlerini arttırıyor. Bir de bizim karakterimizde insanların kimseye bir şey elletmeme gibi bir salaklığı vardır. Kalabalık yatılı misafir gelir, her şey benim usulümde olsun diye ” Aman siz dokunmayın, ben yaparım.” mooduna gireriz. Ne güzel değil mi ? Oh olsun bizim gibilere!  Tabii yapının değişmesi çok zor, şu anda bile şu yazıyı bitireyim de yarım kalan bandanayı tamamlayayım diye düşünmüyor değilim içimden, ne diyelim sağlık olsun.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *