by

Modern Yaşamdan Doğaya, Rüyalardan Sınavlara

Saklıköy’e geldiğimden beri yine farklı bir boyutta yaşamaya başladım. Her ne kadar hepimizin içinde doğada yaşama düğmesi varsa da, insan uygarlık  dediğimiz şeyden kolay kolay vazgeçemiyor. Yine de buranın şartları insanı  bazen resmen çocukluğuna döndürüyor diyebilirim.

Bugün en az beş kez elektrik gidip geldi. Aynı çocukluğumdaki gibi. Elektrik kesintileri, karartmalar, lüks lambaları içimde yer etmiş resmen. Artık makinalara kendimizi o kadar bağımlı kılmışız ki elektrik gidince şaşırıp kalıyoruz. Sabahın köründe gitti elektrik. Ekmeği, teflon tavada kızarttım.  Ardından kahve makinesi çalışmadığı için cezvede kahve yapmaya üşendim. Zaten çelik cezvede kahve köpüklü olmuyor. Sofrayı topladım, dolan bulaşık makinasını çalıştıramadım. Ortalığı süpüreyim bari dedim, elektrik yok, sonraya kalsın diye düşündüm. Ütüler vardı, bari onları derken onu da yapamayacağım aklıma geldi. Telefon ve bilgisayarı  özellikle kullanmadım, şarjları biterse ortada kalırım diye. Sıcak olunca klima da çalıştırılmıyor, TV bir haftadır antenin üzerine dallar düştüğü için zaten çalışmıyordu, yeni düzelmişti. Korece dinleyeyim dedim, Ipod’umun şarjı kalmamış, dışarda azıcık tahta boyadım, çok sıcaktı, bari kitap okuyayım diye düşündüm. Sonradan öğrendim Hüsam’da sabah dış kapıdan çıkamamış, kapı görevlisini uyandırmak zorunda kalmış.

Bu sabah üç kedi beni bekliyordu. Veranda da onlara yemeklerini verdim.  Allahtan elektrik gerektirecek bir şey yok. Sürekli olarak üç, bazen dört tane olmak üzere her gün geliyorlar. Dördüncü, yani hepsinin babaları olan Eşref’i sanırım başkaları da besliyor, ya da öyle bir tomcat ki başka kedileri kovalamaktan fırsat bulamıyor. En son geldiğinde kulakları yırtılmış, uyuz bir hal almıştı. Miço da en çok ona sinir oluyor. Halbuki onun oğullarından biri de geliyor ve erkek kedi, buna rağmen Eşref geldiğinde Miço aşağı indi. Kapıların önüne yatıp koku bırakıyor ki gelmesin. İki tane de sevimli, dişi kedi var. Birisi kendi çocuk, ama sanırım anne olmuş. Bebekleri ölmüş olabilir, ortada yoklar çünkü. Hem miyavlıyor, hem kıflıyor. Yan dişleri de vampir dişi gibi. Kıf miyav, kıf miyav peşimde dolanıyor. O yüzden ona Kıfkıf ismini koydum. Siyahlı beyazlı erkek kedinin adı Haru / Halu.  Japonca İlkbahar demek, farklı bir yazılışla da ışık, güneş ,erkek anlamına geliyor ama ben Japon dizisi Pride’dan dolayı koyduğum için İlkbahar.  Güzel siyah beyaz dişinin adı da Aki. O da Sonbahar demek, yine aynı dizinin kadın karakterinin adı olarak.  Yeşil otların üzerinde siyah, siyah beyaz kedilerin dolaşması güzel ama Miço ile karşılaşmamaları gerektiği için de bazen ayrı bir stres kaynağı olabiliyor bu durum. Veranda durmaksızın yıkanıyor, Miço çıktığında mikrop filan kapmasın diye. O yüzden de daha çok üst balkonda oturuyoruz.

Haru ve Aki sabah mamaları için masanın üzerinde beklerken
Eşref, bu siyam kedisi de nereden çıktı, oralar buralar hepsi benden sorulur inadıyla masa üzerinde 🙂
Yemek yaparken mutfak kapısının önüne yatıp beni izleyen Haru
Zarif Aki 🙂
Kıfkıf

Üst balkondan güneş doğuşu ve uçak seyri, kuş seslerini dinlemek ayrı bir zevk. Ama her yıl olduğu gibi bir grup eşek arısı çatının bir köşesine yuva yapmaya başladı, Raid mi sıksam, elleşmesem mi karar veremedim. Burası bizim kadar onların da evi çünkü. Aslında zatıalilerini görmezden gelirsek kendi işlerine güçlerine bakıyorlar. Ama sokmaları da olası tabii. Geçenlerde Hüsam’ın  yapıp, pislikten başka bir işe yaramayacağını anladığında kaldırmaya çalıştığı kompost yığınının içinde arılar vermiş meğer. Çalışmaya gelen iki kişiyi soktular. Kompost hala kaldırılmadı. Yok etmek ya da yaşamasına karar vermek. Artık kendimizi ne sanıyorsak ! Aynı tereddüt karınca olayında da karşıma çıkıyor bu evde. Elimde durmadan elektrik süpürgesi- elektrik olduğunda tabii- kırıntı kalmamasına dikkat ediyorum. Dışarıya yiyecek bırakıldığında binlercesi oraya üşüşüyor. Karınca yok edici ilaçlar yem adı altında satılıyor, daha önce de belirtmiştim. Limon, kahve ıvır zıvır bir sürü şeyi denedim, olmadı. O karınca yemi denen zımbırtılar da çok pahalı aslında. İki tanesi 13 lira. Çok da etkili olduğu söylenemez. Bazen bildiğimiz süpürge faraşı alıp, hepsini süpürüp dışarı atıyorum. Burada bol miktarda bulunan örümcek, kulağa kaçan filan gibi böceklere de aynını yapıyoruz. Allahtan börtü böcekten korkma gibi bir huyum yoktur. Küçükken hamam böceklerini bile elime alabilirdim.Ama bazen de gerçekten ürkütücü yaratıklar çıkabiliyor. Uzaktan çakal sesleri gelirken geçenlerde site sınırına geldi biri. Taş zannettiğiniz bir şey koskocaman bir kurbağa olabilir, ya da ot toplarken yılan bulabilirsiniz.  Ama sevimli şeyler de yok değil. Örneğin verandanın orta yerine kızıl kırlangıçlar yuva yaptı bu yıl. Allahtan çok da korkmuyorlar, en azından otururken. Nasıl da güzel ve estetik bir yaratık.

Üst balkondan güneşin doğuşu
Kızıl kırlangıç, nöbetleşe gidip geliyorlar, bazen de ikisi yandaki ipin üzerine oturuyor .

Bloglara yazı yazabilmek ve sosyal medya hesaplarını takip edebilmek için site internetinden ayrı eve internet bağlatmaya niyetlendim bu yıl. O da Turkcell’le olan bitmek tükenmek bilmez kavgam gibi anlatsan inanılmayacak bir öyküye dönüşmeye başladı. En az beş kez yeniden başvuruda bulunduk, geleceğiz deyip beklettikleri günler iki haftaya ulaştı. Bir de bir yere kımıldayamamam cabası. Giyinip kuşanıp bekliyorum. Alışverişe, havuza filan gitmeyi geçtim, gelirler de duymazsan diye uyuyamıyorum bile. Gece bile uyumayan insan gündüz vakti uyur mu diyeceksiniz, ama bugün elektrik gidip de sıcaktan dışarıda da duramayınca kediyle birlikte uyudum mesela. Hem de rüya bile gördüm. Sanırım bir edebiyat sınavındayım, bazı yerleri boş bırakmışım. Sınav zamanı dolacağı için bitiremeyeceğim endişesi içindeyim. Aslında sınavın Edebiyat sınavı olması garip, her zaman Matematik olurdu. Sınavlar endişe rüyalarımdan bir türdür. Hemen her tip rüyamı araştırdığım için çoğunu neden gördüğümü bilirim. Birebir çıkan rüyalarım olduğu gibi bazı semboller de şaşmaz sonuçlar verir. Ne zaman kendimi hamile görsem çok kötü bir şey olur örneğin. Başka yaşamlardan getirdiğim rüyalarım da var. Dişlerimin birer birer dökülmesi rüyam gibi, Tabii tüm bunlar belki de başka bir yazı konusu. Ama Matematik sınavlarına girip girip liseden mezun olamama rüyalarım meşhurdur. Ama ben üniversite bitirdim, hatta yüksek lisans bile yaptım diye dövünür dururum rüyanın sonunda. Çok çaresiz kalırım, kopya da çekemem. Tüm öğrenim hayatım boyunca da kopya çeken değil, kopya veren öğrenci olmanın sonucu. Çalışkan öğrenci olmak da kötüdür. Arkadaşlarınız kopya vermenizi bekler, öğretmeniniz zaten sizi diğerlerinden ayırmıştır, bir şey yapmayın diye gözü üzerinizdedir, ne yapacağınızı bilemezsiniz. Öğretmen olduğumda  sınıfın en çalışkanını kürsüye oturturdum, hem o rahat ederdi, hem de diğerleri kopya çekecek fırsat bulamazlardı. Boğaziçi Üniversitesi gibi bir üniversitede üstelik yüksek lisans yaparken kopya çekildiğine de tanık oldum. Öğretmen olduğum için çocukların ne yaptığını hemen anladım, zavallı asistanlar farkında bile değillerdi. Ama bizim zamanımızda böyle şeyler görülse bile görmemezlikten gelinirdi. Muhbir vatandaş değildik yani. Ama şimdiki çocuklar değil sınavda kopya çekeni, ev ödevini okulda yapanı bile ispiyonluyor. Zamane veletleri işte. Birbirlerinin üzerine basa basa yukarı çıkmaları gerektiği öğretilmiş çünkü kendilerine.

Ben heyecanlı bir tipimdir. Heyecan ve korku da anında midem ve bağırsaklarıma vurur. Ne zaman önemli bir sınavım olsa tuvaletten çıkamazdım. Ortaokuldayken de ufacık mavi bir farem vardı, almış mıydım, cikletten mi çıkmıştı neydi, onu uğur olarak yanımda taşırdım. Fareye Şuşu diye  tuhaf da bir isim koymuştum. Olur da evde filan unutursam sınavda başarılı olamayacağıma inanırdım. O zaman da şimdiki gibi tuhafmışım demek ki. Ama kardeşim bu sınavlar da bitmedi gitti. Okul bitti, iş hayatında eğitildik, onun sınavları oldu. Üniversite sınavına Üsküdar’da bir tarafı hapishane, diğer tarafı hastane, üçüncü yanı da mezarlık olan bir yerde girdim. Yine iyiymiş. Sonraları öğrenci sayısı o kadar arttı ki koca koca çocuklar bazen ilkokul sıralarında iki büklüm sınava giriyorlar. İnsanın hayatını belirleyecek sınavların bir iki güne sığıştırılmasına mı yanarsınız, o kadar emek verdiğiniz sınavı kazanıp da bir üniversiteyi bitirdikten sonra işsiz kaldığınıza mı. Sınavlar da bilgi ölçmekten öte, adam elemek içindir. Bir de başarılı olduktan sonra mülakatta elendiğiniz sınavlar vardır ki, atanacağım diye yıllarca beklersiniz, atanan bir pişman atanmayan bin pişmandır.

Sanırım ilk sınav MÖ 2200 yılında Çin’de yapılmış. Çocukları sınavdan kurtaracağız teranesini her iktidar öne sürüyor. Ama sonunda bir sınav kaldırılıp, bir başkası konuyor. En azından biz çocukluğumuzu şimdikilere nazaran daha rahat geçirmişiz. Gerçi şöyle bir düşününce hayat da bir sınav değil mi  ? Üstelik soruların çoğu da çalışmadığımız yerden gelir 🙂

2 Comments


  1. // Reply

    Güzel anlatımınız için teşekkür ederim.


    1. // Reply

      Okuduğunuz için ben teşekkür ederim.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *