by

Muslin

 

İç sesi çok kuvvetli olanlardanım ben. Ara sıra kesmek iyidir dediklerinden, susturmak için denediğim günler oldu. Gençlik tabii. Şimdi böyle bir şeye kalkışmam bile. Habire onu bunu düşünmek bir yana, sözcükleri çok sevdiğimden ve Tarih ve Eski Türk Edebiyatı okuyarak hep yenilerini öğrendiğimden midir nedir, bazen de tek bir sözcük gelir aklıma, öyle aniden. Önceki gün temizlik yaparken birden “Muslin” sözcüğü geldi aklıma. Öylece, aniden. Muslin. Bu sözcükle karşılaşmam sekiz dokuz yaşlarıma denk düşer. Belki de daha erken. Beş yaşında ilkokula başladığım için, ilkokulun sonlarına doğru yine bir doğum günü hediyesi olarak alınan Küçük Kadınlar romanından öğrendiğim bir sözcük. Bu kitap başucu kitabım gibi oldu daha sonraları.

Okuyanlarınız bilir bu babaları savaşa giden, anneleriyle yaşayan dört genç kızın öyküsüdür. İkisi sessiz dört ayrı versiyonu vardır, çok da sevmediğim. Çoğunuz gibi eğer kitabını okuduysam onu bir filmde görmek hoşuma gitmiyor. Okurken kafamda başka tipler, başka enstantaneler çiziyorum çünkü.

Benim favorim tabii ki ikinci kız Josephine kısa ismiyle Jo’ydu. Neden, çünkü yazıyordu. Erkek gibiydi ve dürüsttü ve patavatsızdı ve öfkesi burnundaydı, yani aynı benim gibiydi. Benim sakin bir insan olduğunu düşünenler, yıllarımı öfkemi kontrol altına almak için harcadım ben. Aynı Jo’nun yaptığı gibi. Şimdilerde çok nadir de olsa dellensem de, artık ağzıma geleni söylemiyorum hiç kimseye. Bir de başka bir önlemini aldım bunun, beni öfkelendirecek kimseleri çıkarıyorum hayatımdan. Sosyal gözüken asosyal olmamın nedeni de budur belki. Çocukluğumun kahramanlarını şurada yazmıştım. İşte bu kitapta baloya giden kızların elbiseleri anlatılırken geçiyordu muslin. Sanırım bu kumaştan güzel elbiseler yapılıyormuş Marie Antoinette bile giydiğine göre.

Annem enstitü mezunu olduğundan çok iyi dikiş diker. Çocukluğumda da çok güzel elbiselerim oldu bu yüzden. O zamanlar Sümerbank vardı. Ben de pazen, basma, empirme, ipek, pamuklu, saten filan gibi bazı sözcükleri biliyordum, ama muslini duymamıştım.Aslında bildiğimiz pamuklunun bir çeşidi ve Musul’dan geliyormuş muslin. Musul işi demek yani, ilk üretildiği yer. İpek olanına mermerşahi deniyor. Bak, bunu annemden duymuşumdur. Mermerşahi de ne hoş bir kelime, döndürüp dolaştırıp söyleyesi geliyor insanın. Bazı sözcükler böyledir, tınısı güzeldir. Hazreti Google’a bakınca tülbent ile patiska arası bir kumaş deniyor mermerşahi için. Bizim çocukluğumuzda net met hak getire, evde de bir tek Hayat Ansiklopedileri vardı. Sonraları bu ansiklopedi furyasında ki ben de Yurt Ansiklopedisi Genel cildi için çalışmıştım, herkesin evinde dizi dizi ansiklopediler oldu, sonra da herkes bir yerlere bağışlamaya çalıştı. Okulda kitap toplarken en çok evde yer tutan ansiklopediler gelirdi. Yer boşalsın diye. Zaten giderek güncelliğini yitirmiş de olurdu. Ya da çocuklar büyümüş olurdu da ansiklopediye filan gerek kalmazdı. Kitaplık oluştururken, birbirinin aynısı  Britannica ciltlerine yer bulmaya çalışıp, bir süre sonra kabul etmemeye başlamıştık bağış olarak.  Bana gelince, ben ansiklopedileri de sözlükleri de okurdum bulursam. Hala da bilmediğim bir sözcük, bir bilgi gerektiğinde öğrenmeden geçemiyorum, kediyi öldüren merak.

Yine muslin üzerine düşünürken özellikle de çocuklukta okuduğum kitapların nasıl yer ettiğini düşündüm hayatımda. Esrarengiz Ada‘da buldukları  sandıktan adada işlerine yarayacak malzemeler çıkınca, sandığı ben bulmuşum gibi sevinmiştim. Ben bir de yaşadığım kasabada çok fazla kitap olmadığından küçük yaşta annemlerin bağışlamadığı kitaplara dadanan bir çocuktum. Babamın “Aslında biz de kaç cilt Pardayanlar vardı da, Karakoçan’dan gelirken bağışladık” gibi  sözleriyle büyüdüm. Jules Verne kitapları okurken bir yandan da Jane Eyre’in Mr Rochester’e olan aşkını, Uğultulu Tepeler’deki Heathcliff’i filan tanıdım. Bunları sekiz dokuz yaşında okumuş olmak da artık ne tip bir bozukluk yarattı bende varın siz hesaplayın. Çocukluk dönemimde  Tom Braks ve Killing’ten, Pollyanna’ya Tom Sawyer’a , Savaş ve Barış’tan Barbara Cartland kitaplarına, Kemalettin Tuğcu’dan, Ömer Seyfettin’e, Orhan Kemal’den Stefan Zweig’e karman çorman ne bulduysam okudum. E bizim zamanımızda biraz da öyleydi. Trenlerden atılan gazeteleri okuyan çocuklar gibiydik. Okumaya açtık. İnternet yok, televizyon 10 yaşımdan sonra vardı, ama çok kanal yoktu. Sokaklarda oynardık şimdi pek çok ebeveynin bizim çocukluğumuz ne güzeldi diye anlattığı gibi, ama hayal gücü geniş biriyseniz, sizi sokakta oynamak kesmez. İç sesinizi besleyecek şeyler ararsınız, gidemediğiniz diyarlar, görmediğiniz, yaşamadığınız olaylar sizi zenginleştirsin diye. E herkesin hayatı Ernest Hemingway’inki gibi de değil ki hareket olsun. Okuyup düşünürsünüz. Jo niye Laurie’yi kabul etmedi aşık olarak, Laurie madem Jo’ya aşık olabildi, niye Amy ile evlenebildi ?  Zweig’ın Bir kadının 24 Saatindeki kadını ne kadar zavallı, odamda bir zaman tüneli olsa da geleceğe ve geçmişe gitsem filan diye. Jules Verne kitaplarını okurken de niye hareketli fotoğraf yok diye düşünürdüm. Aradan o kadar zaman geçti, şimdilerde artık düşündüğüm gerçekleşti. Hala bazen yemek filan yaparken, ya da yürürken  kendimi “Hayatının bir bölümünü erkek bir bölümünü kadın olarak geçirmek dünyadaki sorunların pek çoğunu çözebilir gerçekten, Ursula Le Guin iyi düşünmüş bunu, ya da Murakami’nin kedi takıntısı nerden geliyor olabilir”  diye düşünürken yakalayabiliyorum. Ya da yapmam gereken şeyler varsa o ara okuduğum kitabın dünyasına geri dönmek için acele edebiliyorum. Sanki orada olmalıyım, orada olup onları gözlemeliyim gibi geliyor belli etmeden. Bu Star Trek’in kahramanlarının yeni dünyalar bulduklarında yaptıkları gibi. Gözlemliyorsun ama müdahale etmemen gerekiyor. Bunu anlayabiliyorum. Ama belgesel çeken kameramanların minnacık bir yavru hayvanı daha büyüğü avlarken işine bakmasını anlayamıyorum. Bu yüzden pek çok belgeseli yarısındayken kapatabiliyorum. Aslında dünyada her şey bunun gibi, biz de insanların acılarına Star Trek’in Kaptan Kirk’ü ya da Mr Spock’ı gibi bakıyoruz çoğu kez. Sanki film gibi izliyoruz televizyondan. Birisi kötü bir şeyler anlatırken bile bir an önce bitirsin istiyoruz. Sanırım insanın doğası böyle. Ben lisedeyken habire kötü şeyler anlatan bir arkadaşı vardı anneannemin. Ziyarete giderdik, kapı önüne park edenleri şikayetle başlar, kerkenez adı verdiği geliniyle devam ederdi. Ne kadar hasta olduğunu anlatırken çayımızı yudumlardık, gidene kadar tanıdıklarının başına gelen diğer kötü olayları dinlerdik. Anneannemin çocukluk arkadaşı olduğu için görüşmemezlik etmezdi, ama eve geldikten sonra en az bir hafta gitmeyelim diye düşünürdük.

Madem laf sözcüklerden açıldı. kerkenez’in ne olduğunu bilmeyenler için de bir fotoğrafını koyayım.

Beni tanıyanlar belirli bir yaştan sonra kuşlara da özel ilgi duymaya başladığımı bilirler. Kuş gözlemek için dürbünüm olduğunu da. Daha önce bahçemdeki kuşlar, özel ilgi alanıma giren baykuşlar, leylekler ve turna kuşları ile ilgili yazmıştım. Kuşların Türkçe adları gibi İngilizce adlarını da ezberlemeye çalışıyorum, ama gayya kuyusu tabii. İnsan bir içine girince çıktığı yer belli olmuyor. Yine de çok zevkli. Dışarda gördüğüm bir kuşu tanımak beni sevindiriyor.

Muslinden nasıl kerkeneze ve kuşlara geldik bilmiyorum ama daha farklı bir yerlere gitmeden, bugünlük burada keselim. Bu aralar blogumda bir problem var, bazı fotoğrafları yükleyemiyorum. Bazı yazılarımdaki fotoğraflar da görüntülenmiyor. Düzeltmeye çalışıyorum. Sizin de bilginiz olsun.

 

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *