by

Herkes Ne Zaman Ölür/ Elbet Gülünün Solduğu Akşam *

 

14666203_10154601302688686_8337028805808407116_n

Havalar soğumaya başladı. Nasıl mutluyum anlatması zor. Hemen sonbahar ve kışlık giysilerimi çıkardım. Bereler, atkılar, şallar en sevdiklerim. Renk de severim, morlar, eflatunlar sarılar. Bu yıl en sevdiğim renklerden hardal sarısı moda sanırım, sarının farklı tonları daha doğrusu. Kendime Kore’den sarı bir yağmurluk almıştım, bir baktım burada da her yer sararmış bu yıl. Yani sözün özü, yürüyüş, okuma, yazma etkinlikleri soğuk havada daha verimli oluyor benim için. Salep zamanı da geldi mi keyfime diyecek olmaz.

Bu aralar Erdal Öz’ün 1956-1998 yılları arasında yazdığı günlükleri okuyorum. Kitabı Ayşe Sarısayın yayına hazırlamış. Günlükler Erdal Öz’ün İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde okuduğu yıllardan başlıyor, A Dergisi yılları, askerlik anıları ve tabii ki hiç şaşmaz hapishane günlükleri. Hapishane günlüklerini okurken daha önce okuduğumu anımsadım, kitaplığıma baktım, evet doğru hatırlamışım. Defterimde Kuş Sesleri Cezaevi Anılarını kapsıyor ve bazı günler birebir aynı, tabii bir de “Gülünün Solduğu Akşam” var adını Turgut Uyar’ın “Herkes ne zaman ölür / elbet gülünün solduğu akşam” dizelerinden alan Denizlerin öyküsü.

gu%cc%88lu%cc%88nu%cc%88n

Sarısayın Erdal / Öz Unutulmaz bir Atlı adlı biyografinin de yazarı. Ben onu okumamıştım, bari üçünü karşılaştırmalı okuyayım, ya da bir arada okuyayım dedim. Nete baktım kitap var, ama nedense online alışverişten hoşlanmıyorum, o kitabı elimde tutmalıyım, sayfalarını karıştırmalıyım filan bu tarz, klasik şeyler. Neyse tabii Kadıköy’e gitmeye üşendiğim için, zaten alışveriş yapacağım zamanlarda AVM’deki kitapçılara bakayım dedim, Salah Birsel’in bende olmayan kitaplarına da bakmak istiyordum zaten. Bu kitapçılar resmen hayal kırıklığı. Aklıma hep You’ve Got Mail’deki sahneler geliyor. Cappucinonu içersin, arkadaşlarınla buluşup, kitabını alırsın. Binlerce konu başlığımız var falan da filan. Ama o konu başlıklarının altı boş ve kitaptan anlamayan asistanlar ve satıcılarla insan kafayı yiyor. “Şu var mı ?”diye sorduğunuzda, yazarın adını kodlamak zorunda kalıyorsunuz, hani yabancı yazar olsa bir derece, en tanınmış romancıyı sorun, yanlış yazıyor. Tükenmiştir o, bizde kalmamış, zaten yeniden basılmıyor. Ama raflara bak, çok satıyor diye gözümüzün içine sokulan abuk subuk bir dolu kitap. Tabii kabahat bende, o da başka mesele. Neyse o biyografiyi netten sipariş vermeye karar vererek okumaya devam ettim.

14633047_10154601363638686_7717115369570127051_n

Biyografilerle ilgili , özellikle de yazarın ölümünden sonra başkaları tarafından düzenlenip hazırlanmış biyografi ve günlüklerle ilgili tartışmalar vardır hep. Yazar bunun yayınlanmasını ister miydi, özel hayata karışmak mı, ya da o yaşasaydı ne kadarını yayınlamak isterdi filan. Aslında söz konusu yazar olunca, günlük ya da mektup bunların bir gün gelip yayınlanacağını zaten biliyor olmalı. Eğer yayınlanmasını istemiyorsa ya önceden söylemeli, ya da topunu yok etmeli diye düşünüyorsunuz bir noktada.

Erdal Öz çoğu yazar gibi okurken not alanlardan. Alınan notları da not alan biri olarak hemen paylaşayım birini :
Bugün eski defterimi karıştırırken Maksim Gorki’nin Ekmeğimi Kazanırken adlı romanından beğenip defterime yazdığım bir iki güzel cümleye rastladım. Buraya aktarıyorum :

İnsanın dilediği gibi yaşamasına engel olan iki güç var; biri Tanrı, biri de insanlar.

Dünya insanlar için karanlık bir gecedir. Herkes kendi yolunu aydınlatmak zorundadır. 

Topluluk içinde yaşa, ama yalnız olduğunu unutma.” ( 16 Eylül 1956 )

Yine 56 yılı günlüklerinden birinde :

“İnsanları içinde bulundukları bataklıktan çekip çıkaracak, onları yeni aydınlıklara götürecek gücüm yok. Edebiyatın böyle bir gücü, böyle bir temel görevi olduğunu sanmıyorum. 

Edebiyatın – okur olarak- kişiyi yücelten, kişiyi yeni çözümlere, yeni sonuçlara götürebilen bir anahtar olduğu düşünülebilir ama bu, insanlığı düzeltmek, onları adam etmek amacını kapsayamaz.

Bireyci değilim. Birey’i anlatmak, bireycilik sayılamaz. Toplumcu gerçekçi de değilim. Edebiyat geniş anlamda “ben”cidir gibi geliyor bana.” demiş. 

Epeyce karamsar bir bakış açısı, edebiyatın geniş anlamda “ben”ci olduğuna ben de katılıyorum, ama edebiyatın gücü tartışılamaz. Erdal Öz o zamanlar böyle demiş olsa da , çoğu kitabı ve yaptıklarıyla insanları yeni aydınlıklara taşıyan bir kişi oldu.

Yazarların ürettiklerinden bir türlü tatmin olamama yaklaşımı Erdal Öz’de de varmış. Şöyle yazmış 6 Ekim 1956’da :

” Tuhaf şey hep şiir üzerine düşünüyorum. Yeni bir şiire başladım. Yeni günaydınlar büyütüyorum içimde” diye başlıyor. Ancak şiiri kendime dert etmeyeceğim. Beğenmiyorum yazdığım şiirleri. Şiir bana sanki dar geliyor. Hikayenin alanı daha geniş. Ama şiirin daha güç olduğu söylenebilir.”

21 Eylül 1957 yılında yazdıkları Gülten Akın hakkında, bu da beni oldukça şaşırttı :

” O da benim gibi. Onunla olmayı çok isterdim. Olamaz. Güzel bir kadın o, hem de üst düzeyde bir şair. Onun gibi bir kadını bir daha nerede bulabilirim ki ?

Biliyorum kocasını sevmiyor.

Birden çıkıp geldi. Anladım. Sıkıntılı o da. Çıkıp dolaştık biraz. Onun üşüyebileceğini düşünerek ceketimi de yanıma aldım. Onunla olsam, onu hiç üşütmezdim diye düşündüm bir an. Sonra gidecekti, gitmedi, kaldı benimle. Gittik; hem de yel alan, yağmur alan bir yere oturduk. yel vurdu üstümüze, yağmur dilediğince vurdu.

Birden soruyor . ” Erdal güzel miyim ben?” 

Ah nasıl kadınca bir soru. İstediği kadar üst düzeyde bir şair olsun, yine de bir kadın; bu kadınlığı güzel işte. Neden şiirlerinde kadıncalığı yakaladığını anlıyorum: Kadın çünkü; güzel bir kadın; sonuna kadar bir kadın.”

Sonra başka birini sevdiği zamanı, karısını anlattığı zamanları okuyoruz. İşte hayattan bir kesit. o zamanki duyguları. Günlükleri bunun için seviyorum işte. O anki duyguları yakalamasını, değişsen bile o zaman dilimi içindeki seni yansıtmasını seviyorum.

Tabii cezaevi anıları hem acı, hem de onun ne denli güçlü ve kırılgan olduğunun bir göstergesi. Okumak, yazmak, vücudunu ve ruhunu diri tutmak için yaptıkları. Bu davranış tarzı pek çok yazarda gördüğümüz bir şey. Bu arada bunu genellemek için mapushane günlükleri okumak gerek, yazar ve hapis, esaret  yan yana çok kolaylıkla gelen iki sözcük ülkemizde. Herşey hep aynı, hiç değişmeyecek mi ? Aslı Erdoğan, Necmiye Alpay günlerdir hapiste. İnsanın düşündükçe çıldırası geliyor. Onlar da yazıyorlar mıdır acaba? Çıkarabilecekler mi yazdıklarını o delikten ? Neyse, bir kaç alıntı da bu bölümden :

Onbaşı Trabzonluydu. “Lazlık var mı ? dedim. “Anam lazdır, babam Çerkes,” dedi. Çok fıkra vardır, çok tatlı hikayeler vardır Lazlar için dedim.” Güldü. Ona nefis bir laz fıkrası anlattım. Hikaye bitince gülmedi. Bana söylediği şu oldu : ” Aman hemşerim, oralara pek dokunma , kötü olur”dedi. Bölgeciliğin, ırkçılığın, mezhepçiliğin savunucuları neden bu kadar yaygın kalabalıklarda istedikleri sesi buluyorlar daha iyi anlıyorum. “( 13 Haziran 1972 )

“Saat 13.20 . Hiç olmazsa birkaç kitap olsaydı yanımda. Kitap okumama izin verselerdi. Notlar alırdım, yararlanırdım. Oyalardı beni. Şu 25 gün nasıl bomboş geçti. Ne kadar çok kitap okuyabilirdim oysa. ” ( 17 haziran 1972)

” Bugün pek az çıktım bahçeye. Biraz kitap, bol bl düşünme, iki kez yemek, biraz da satranç. Aldığım sonuçlar iyi.

Mektuplar yazdım : karıma, babama, Okan’a. Durmadan da bilirkişileri düşündüm.; Sulhi Dönmezer’le arkadaşlarını. Ceza yersem bu bilinen kişiler yüzünden yiyeceğim. Tamam. Ama cezamı tamamlayıp cezaevinden çıkarsam gidip konuşmak isterim o kişilerle. Bilirkişi sözcüğünü kaldırıp yerine kirlikişi demek geçiyor içimden. 

Radyoda yine Selda. Müthiş bir mapushane türküsü okudu. Sesi güzel gibi.

Bükreş radyosunda enfes bir obua konçertosu; Richard Strauss’tan. ( Defterimde Kuş Sesleri, 1971)

” Yatağım çok kötü. İçindeki büyük katı sivrilerle dolu topaklar belli ki yatağı yatılmaz kılacak. Elimle dışarıdan o katıların yerini değiştirmeye çalıştım, ama boşuna. Bir ara nöbetçi uzaktayken, köşedeki gevşek dikiş yerini elimle ikiye ayırıp içine bakmaya çalıştım: olacak şey değil : kocaman masuralar. Askeri dikim evlerinin boşalan masuraları olsa gerek. Elimi sokup çektim: kullanılmış br asker postalı. Demek yün yerine , pamuk yerine bunları tıkmışlar yataklara. Hiç olmaza paçavralarla doldursalardı. peki ama bu eziyet niye? Bir bildikleri vardır. Yatağın köşesini düzeltip volta atıyorum çoraplı ayaklarımla.” ( Defterimde Kuş Sesleri ) 

” Günü öldürdüm. Gece sayımına yarım saat var. Resim yapmak öğleden sonra oldukça oyaladı beni. Gülünç buluyorum bu yaptıklarımı, ama başka bir uğraş da bulamıyorum. Belki yazı yazmalıyım, ama olmuyor. Dediğim doğru :

” Kurşun yağmuru altında şiir yazılmıyor sevgilim.”

Yaşarken güç, ama acılar olmadan yazı da olmuyor. Acılar olmasa bile, hüzünlü günler yoksa, yazılacak şeyler çok yüzeyde kalır sanıyorum. 

Edip Cansever, bana yazdığı mektuplarında “iyi günler” diyeceğine, “iyi acılar” dilerdi. Acıların , üzüntülerin şairidir Edip.”

 

Tabii ben okurken her zamanki gibi başka okumalara da açıldı yollar. Askerlikte yanına aldığı tek kitap, tutukluluk günlerinde de tekrar tekrar okuduğu Rilke’nin Malte Laurids Bridge’nin Notları şimdi okunmak için bekliyor. Doyumsuz bir tat dediği kitabı okumak için sabırsızlanıyorum. Tabii Gülten Akın’ın, Edip Cansever’in adları geçtiğinde de kalkıp bir iki şiirlerini yeniden okumadan yapamadım itiraf edeyim. Gülten Akın’ı pek çok kişi gibi ben de ” Ah, kimselerin vakti yok / Durup ince şeyleri anlamaya ” dizeleriyle anımsarım hep. Edip Cansever deyince de ” “Sizinle görüşelim Ruhi bey / Vaktim yok vaktim yok / Ruhi Bey görüşelim / Vaktim yok görüşmeye kimseyle / Ruhi Bey!  / Kendimle bile , Kendimle bile .” Bir de Yerçekimli Karanfil’i. Bazen birbiri ardına takılıp gidiyorum dizelere, satırlara, bir bakıyorum bir kaç saat geçmiş gitmiş. Onca tantana ve gereksiz iş güç arasında sanırım bunlar yine de en sevdiğim çabuk geçen zamanlar.

Denizi, martıları, kedileri, çiçeği, böceği, ağacı farkına vararak yakalamaya çalıştığım karelerden bazılarını da ekleyeyim. Sonbaharı seviyorum.

14720463_10154601302543686_6423478505903032855_n

 

 

14718675_10154601302508686_7428855035758539884_n

 

14440900_10154501950843686_413156869969745092_n14344731_10154476783668686_8683641366254861830_n

* Turgut Uyar

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *