by

Bir kitaptan bir dergiye, bir mekandan bir koleksiyona haftalık izlenimler

Aynı anda birden fazla kitabı okuma alışkanlığım yüzünden, her koltuğun ve masanın üzerinde pek çok kitap ya açık durumda, ya arasına konmuş kitap ayraçlarıyla sıralarını beklemekteler. En son yatağımın başucuna da raf alıp, okuma lambası koydum. Artık yatakta kitap okuma altyapım da hazır sayılır. Bu arada her kitap kurdunun bir süre sonra kitap ayracı merakı geliştirmesi çok sık rastlanan huylardan.  Ben de değişik bir kitap ayracı gördüğümde satın almadan duramaz oldum. Bu yıl  İngiltere’de yaşayan bir arkadaşımın yeni yıl hediyesi olarak gönderdiği kitap ayracı en sevdiklerimden.

10993457_10153045528968686_3924603071458615805_o

Yatakta kitap okuma demişken Alberto Manguel’in yatakta kitap okumayla ilgili yazdıklarından az da olsa söz etmemek olmaz. 16 ve 17. yüzyıllarda yatak özel bir yer değilmiş. Kadınlar yataklarında oturur, misafir kabul ederlermiş. 19. yüzyılda yatak daha özel bir yer edinmiş. Kadın yazarlar korse giymeden yataklarında rahatça yatıp yazılarını yazabiliyorlarmış. Bu kalemlerine de rahatlık getiriyormuş. Bu arada kahyaları kahvaltılarını getiriyor, yerlere düşen kağıtları ise sekreterleri topluyormuş.  Colette kedileriyle yatağa giriyormuş.

original_colette-with-her-cats-vintage-photograph-1925
Colette, kedileriyle

 

Manguel : Yatakta okumaktan alınan keyiften öte bir şey var. Bir tür size özel olma niteliği. Yatakta okumak benmerkezci bir eylem; hareketsiz, sıradan, sosyal davranış kalıplarının dışında, dünyaya görünmeyen ve belki de çarşaflar arasında yapıldığı icin şehvetin ve günahkarca bir tembelliğin dünyasına ait olan, yasak seylerin verdiği hazdan pay alan bir eylem.” demiş. Ben yatakta kitap okumaya bu denli bir anlam yüklemiyorum, sonuçta koltukta otururken ya da masa başındayken de benmerkezci bir biçimde okumuyor muyuz? Otobüste ayakta dururken bile okuyup,  okuduğundan keyif alan biri olarak çok da abartmamak lazım diyorum. 

Bu aralar okuduğum kitaplardan biri Tokyo’dan aldığım bir Murakami kitabı. Bu kez öyküler. Murakami öykü yazmakla roman yazmayı karşılaştırmış kitabın önsözünde. Kısa öyküler yazmanın hoşa giden unsurlarından birinin kolayca bitirilmesi olduğunu söylemiş. Çok zaman almadığını vurgulamış. Bir başka güzel şeyin de en ufak bir detaydan, bir öykü yaratılabilinmesi olduğunu söylemiş. Birden zihninizde bir düşünce filizlenebilir demiş. Bir sözcük, bir görüntü  her neyse. Pek çok durumda bir caz doğaçlaması gibi öykü onu istediği yere götürüyormuş. Ona göre kısa öykü bir çeşit deney laboratuvarı gibiymiş, bir romancı olarak tabii. Hepsinde başaramasınız, başarısız olduğunuz konusunda da üzülmeniz gerekmez, yanlışlarınızdan öğrenebilirsiniz demiş.  Bazı öyküleri bazı romanlarına model olmuşlar. Geceyarısı “Hey uyuma, beni unutma, daha yazılacak şeyler var .”diyen öyküleri romana evrilmiş. Aslında kendisini romancı olarak görüyormuş, ama pek çok kişi öykücülüğünü tercih ettiğini söylüyormuş. Bu onu sıkmıyormuş, böyle düşünenleri de ikna etmeye çalışmıyormuş.

Okuma serüvenimde kitaplara yer bulmak, okuduğum ve saklamak istediğim dergilere yer bulmaktan daha kolay. Özellikle edebiyat dergilerini saklamak istiyorum ve bir süre sonra üst üste yığılmış dergiler artık hiç bir yere sığmamaya başlıyor. Bir kısmını elden çıkartabilsem bile tamamını vermeyi henüz başaramadım. Bu hafta Varlık Dergisi Hilmi Yavuz’dan ve özellikle ‘Yara Şiirleri’nden söz etmiş.Müesser Yeniay, hocayla söyleşi yapmış. ‘Bir Hüzün şairi olarak biliniyorsunuz. Sizce hüzün Doğu’nun bir düşünme biçimi mi ?’ diye sormuş Hilmi Yavuz’a. O ise” Sanmam! Ben mutlulukla hakikat arasında zorunlu bir bağlantının olmadığını düşünüyorum. John Stuart Mill’in bir sözünü anımsadım şimdi : ” Mutlu bir domuz olmaktansa, mutsuz bir insan olmayı yeğlerim.” Hüzün geçmiş mutlulukların peşine düşmenin hakikatidir.” demiş.

11008500_10153045630213686_2352594760875852077_o

Bir başka soru ‘İbn Arabi, ” Hakikat mecazla örtülmüştür.” der. Sizce bir hakikat arayıcısı olarak şairin sorumlulukları nelerdir?’ biçiminde. Hilmi Yavuz’un yanıtı  ” Şairin işi hakikati aramak değildir. Ya nedir? İbn Arabi’nin dediği gibi, “hakikati mecazla örtmek” mi, yoksa Heidegger’in dediği gibi ” hakikati ifşa etmek mi? Bana kalırsa , şairin işi, ‘hakikati örtmek’le ‘açmak’ arasında ara yerde’dir.” olmuş. Dergi, Yara Şiirleri bağlamında Hilmi Yavuz’un Poetik Anlayışları ve Hilmi Yavuz’da Şiirin Yara Hali ve Yara Şiirleri için Notlar başlıklı üç makale de içeriyor. Yara Şiirlerinden değil de,  Zaman Şiirlerinden Küller ve Zaman’dan bir bölümle kapatalım bu bahsi :

” Zaman dilsiz çocuk zaman…

ince aşklarla yırtılan

sendin, yollarla erguvan

sunulmuş lanetli kışlardan

aldığım belirsiz dokunuşlardan

kopan tenini dinledin”

Geçtiğimiz haftasonu ise İzmir’de Arkas Sanat Merkezi’ne gittik. Arkas Holding tarafından restorasyonu gerçekleştirilen Fransız Başkonsolosluk binası Sanat Merkezi olarak hizmet vermekte. Alsancak’ta Pazartesi hariç her gün gezilebilir. *

Biz Osmanlı Halı Sanatı ile ilgili koleksiyonu gördük. Feshane, Hereke, Kumkapı ve Sivas üretimi, nadide halılar sergilenmekteydi. El halıları ve kilimler her zaman ilgimi çekmiştir. Gencecik kızların, kadınların gözlerini kör etme pahasına yıllarca dokudukları halılardaki emek akıl alır gibi değildir. Kızlar halılara sevgililerinin nişanlılarının adını da dokurlar. Bizim evde üzerinde “Bekir 1945 “yazan bir halı vardır örneğin, benden yaşlıdır. Şimdilerde artan o zevksiz makina halılarına bakar bakar,  ne varsa eskilerde var, ne kadar estetikten yoksun kişiler olduk diye üzülürüm. Bu sadece halıda değil, hemen hemen her şeyde böyledir. El halılarının pahalı olduğu malumumuz, benim sözüm evdeki eski halılarını atıp, bu makina halılarını seren zevatadır. Sergide son Ermeni ustası 78 yaşındaki Avak Şirinoğlu’na da bir oda ayırmışlar. Burada kendisiyle ilgili bir kısa film izlemek de mümkün. Bu filmde Zareh Usta ile anlattığı öykü gerçekten insanın içini acıtıyor.

IMG_0396

Son olarak kendi minik koleksiyonum için aldığım yüksükten söz etmek istiyorum. Bu işe ne zaman ne düşünceyle başladım, anımsamıyorum. Ama çok biriktirici biriyimdir. Şimdi bu konuyu açınca Freud’tan söz etmeden devam etmek isterim. Küçüklüğümden beri envai çeşit obje biriktirdim. Puldan piyango biletine , peçeteden kozalağa bir çok şey. Şimdi bunları yazarken ilkokuldayken yediğimiz çikolataların parlak kağıtlarını biriktirdiğimiz geldi aklıma, Tırnağımızla bir güzel düzeltir, kitap defter aralarında saklardık.  Karga gibiymişiz resmen. Aslında dikiş dikmekle uzaktan yakından ilgim yoktur. Annem çok yetenekli olduğundan olsa gerek. Tabii bu yüksükler asıl amaçları dışında turistik süs objeleri olarak kullanılıyorlar. Ben de geziye çıktığımızda farklı şehirler ve ülkelerden mutlaka bir tane almadan dönmüyorum. Sıradışı olmalarına da özen gösteriyorum. bazen de yurtdışına giden akraba ve arkadaşlarım bana yüksük hediye ediyorlar. Sanırım yüze yakın  yüksüğüm oldu. Şimdilerde acaba niye yüksük diye sıklıkla düşünür oldum. Bazen bir dikiş makinası alıp dikiş dikesim de var. Bu geç ortaya çıkan Korece saplantım gibi olursa , altmış yetmiş yaşlarında gözümde gözlük dikiş dikerken görebilirsiniz beni. O zaman en azından metal olanları kendi işlevi doğrultusunda kullanılmış olur.

10688207_10153045731363686_4461374523288160826_o
Yüksük Koleksiyonum

 

10834992_10153045752473686_8164078345547567479_o
İzmir’den son aldığım yüksük.

 

* https://www.facebook.com/ArkasSanatMerkezi

*http://www.arkassanatmerkezi.com

* https://twitter.com/ArkasArtCenter

 

 

 

 

 

 

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *